Facebok

30 Mayıs 2014 Cuma

YOLDAŞLARIMIZLA TANIŞMA&31 MAYIS 2013 GEZİ ANISINA

Van merkezden Erciş'e giden bir minibüsle ayrıldık, Erciş'e varmadan yol kenarında 'Balık Bendi' diye geçen meşhur İnci Kefali'nin göçünün seyredildiği ve festival düzenlenen yerde çadır kurduk. Mevsim henüz erkendi biz oradayken, festival ve seyir mayıs sonu, haziran başı gibi gerçekleşiyor.
Ekmek lazım, bekçilere sorduk, Erciş merkez 3 km uzaklıkta.. O zaman otostop zamanı dedik ve durdu hemen bir araba. İşte Abdullah ile böyle tanıştık.. 
Bazen burada, bazen İstanbul'da inşaat işleriyle uğraşıyor ve bugünlerde babasının hastalığı yüzünden Erciş'in Köycük köyünde. Yarın gelip sizi alırım, köye gideriz, bende bir at var ikinci atı da, her türlü malzemesini de ayarlarım ben mutlaka, bırakmam sizi diyor. Biz de heycanlandık tabi, olacak bu iş galiba:)




 
Ertesi gün çadırı topladık ve Erciş merkeze gittik. Şöyle bir dolaştık. Kapağı atacak bir yerler aradık. Kafe Şahane diye bir yere oturduk. Hemen İç Anadolulu sarıyağız bir adam geldi ve bütün güler yüzü ve samimiyetiyle merhaba dedi. Osman Abi.. Bu adamı nasıl anlatayım, nereden başlıyayım bilmiyorum. Feleğin çemberinde tur bindirmiş bir adam. Bir sebepten Erciş'e gelmiş ve bu kafede işletmeci olarak çalışıyor. Konuşmamızın ikinci dakikasında evinin anahtarını verdi ve buyurun gidin dinlenin dedi. Adam insan sarrafı. Konuşmaya gerek yok ki böyleleri ile. Biz anlattık o dinledi, o anlattı biz dinledik.. Sonra Abdullah aradı, ben merkezdeyim köye gidelim hadi diye. Tamam. Bu günlük veda ediyoruz Osman Abimize ve halk arasında bilinen adı Kerh, tabela ve kağıt üzerindeki adıyla Köycük köyündeyiz.








Buralarda her şeyin iki adı var. Biri devlet dairelerinde kağıt üzerinde, diğeri ise halkın asırlardır kendi aralarında kullandığı şekli ile. Çocuklar evde başka, okulda başka anılıyorlar.. Ertesi gün gece örtüsünü kaldırıp güneşi karşıladığında evin önündeki çayırda bundan sonra bize yoldaşlık edecek olan Düldül ve köy ahalisi ile tanıştık. Düldül bize hiç yüz vermedi. Güçlü hayvanlarla karşılaştığınızda ilk yaptıkları şey bütün güçleri ile size karşı koymaktır. Ama kararlı hareket edip onun gücünün farkında olduğunuzu hissettirerek yaklaştığınızda sizi anlar ve kabul ederler.













Köy ahalisi ise bambaşka  bir alemdi. Yan komşunun ilk sorusu 'altın bulmaya mı geldiniz?' oldu. Ne altını yahu demeye kalmadan neredeymiş, haritalarınız var mı demeye başladı :)  Gariptir buralarda istisnasız her yerde hazine avcılığı merakı var. Karşılaştığımız hemen hemen herkes aynı muhabbetin yolunu açıyor.  Sürekli bir define hikayesine geliyor konu :)
İlk atımız Abdullah'ın küçük kardeşi Mıstık'a ait. Onu alalım diye can atıyor, her bildiğini, huyunu suyunu, nasıl davranılması gerektiğini anlatıyor bize daha 11 yaşında olan Mıstık :) Düldül asi ve inatçı ama Coşkun onun üstesinden gelir diye umuyor ve benim için uysal mı uysal bir at aramaya devam ediyoruz. 1500 liradan aşağı fiyat söyleyen yok.. Bu arada bize destek verebilme ihtimalleri için binicilik kulüplerine ve bazı markalara mail gönderiyorum ama hiç olumlu yanıt yok.. Sadece İzmir Atlı Spor Binicilik İhtisas Kulübünden Adnan Tokdemir aradı, maddi destek verme imkanları olmasa da kayıtsız kalmak istemediğini ve en azından problem ve sorularımız olduğunda iletişim kurabileceğimizi, ayrıca Anadolu atlarının Arap atı gibi heybetli olmamasına rağmen güçlü ve dayanıklı hayvanlar olduğunu söyleyerek moralimizi düzeltti biraz sağolsun..











Bir erkek at getirdi Abdullah. Çok uysal diye göndermişler ama hayvanın yanına yaklaşılmıyor! Üzerine elini koyunca bile tekmelemeye başlıyor. Bir ayağı da hafif sakat ve aksi. Dedim yandık. Bu atı kendi mekanında görünce koşarak geldi bizim Düldül ve bir güzel dövdü, zor kaçırdık :) Köydeki gençlerden Vefa ( şimdi İzmir Foça'da asker ) elinde sopa ile geldi. Bu kendine el sürdürmeyen ata her çiftesinde bir sopa atarak üzerine binmeyi başardı. Sonra Coşkun'da bindi ama böyle sopalaya sopalaya devam edemem ki ben, içim el vermiyor, bize hazır sopalanmışı lazım:) Bütün umudumuz kırıldı. Binilebilecek gibi güçlü ve at gibi atlar çok pahalı. Ucuz olanlar ise ya vahşi ya da sakat, bakımsız.. Vazgeçsek mi yoksa inat etsek mi arada kaldık.. Köyde zaman geçiriyoruz, çocuklarla oynuyoruz, kenger denen devedikeni diye bildiğimiz bitkinin körpe halinin saplarını toplamaya  gidiyoruz, yaylalara çıkıyoruz derken günler geçiyor köyde...













Anaaam vallahi kodumu oturtur :)




Kenger 











23 Nisan'dan :)

Anneden habersiz, gizlice sokulur eve yavrular :)





Tandır Ekmeği hazırlanıyor

Tandır


Tandırda ve kışın sobalarda yakacak olarak kullanılan tezekler

Erciş'e de uğrayalım dedik, kalacak yerimiz de var, hem internet bulur blog yazılarıyla ilgileniriz, hem de biraz gezeriz diye. Osman Abi'nin yerinde tanıştığımız arkadaşlarla Muradiye şelalesine kadar gittik. Sami ve Barış Abi ile  Muradiye Belediye başkanını tebrik ettik. Dönerken gördüğümüz trafik kazası da tuz biber oldu, ikinci at da yok ortada zaten vazgeçmeliyiz galiba bu işten dedik ve akşam Osman Abi ile birlikte güzel bir rakı sofrası hazırladık. Ve anlatmaya başladı Osman Abi başında geçenleri, film gibi.. Dedesinin bıraktığı miras ile henüz 18 yaşındayken köşeyi dönmüş ve aklınıza gelebilecek her türlü yöntemle bir güzel yemiş paraları. Başından kötü bir evlilik geçmiş, köprü altlarında kadar götürmüş kaderi.. Babası gelip Ankara'ya getirmiş tekrar. Sonra ülke tarihinin en büyük dolandırıcılık olaylarından birinin içinde tınının tını olarak bulmuş kendisini.  Sadece getir-götür işleri yapmasına rağmen rağbet edilmeyen hediye ve içkilerden yolunu bulmuş bu sefer de:) Gürcistan ve Kıbrıs'ta da önce katlayıp sonra da tüketmiş yine paraları.  Daha neleer neler, tam filmlik yemin ediyorum da anlat anlat bitmez : ) Harika vakit geçirdik sağolsun, bir senenin özlemini hem muhabbeti hem rakı sofrasıyla misliyle giderdik yani sayesinde :)











Ertesi gün Abdullah aradı uysal bir at buldum, hemen gelin diye!
Gittiğimizde gözlerimize inanamadık. Zayıf mı zayıf ve bildiğin köpek gibi kıllı bir kısrak. At demeye bin şahit gerek diyim siz anlayın ama tam aradığımız gibi uysal. Kış boyunca çok bakımsız kalmış, soğuktan korunmak için kılları uzamış ve sırtında geçmiş gibi duran bir yarası var..  Neyse biraz yem ve arpa aldık, bakıma çektik bir hafta kadar. Düldül ile de iyi anlaştılar, gelir gelmez çiftleştiler zaten:)  Köy ve çevresinde gezindik, at binme antremanları yaptık, çoğunlukla da yağmur yüzünden evden çıkamadık çocuklar ve Abdullah ile iyi bol kağıt oynadık :)


İşte bizim zavallı ikinci atımız

Bir haftanın sonunda oradaki köylülerin bildiği kadarıyla atların nalları hariç tüm hazırlıkları ve malzemeleri tamamlandı. Herkesle vedalaştık, 4 Mayıs 2014'de şimdi yazarken bile inanamıyorum ama cidden, bir erkek bir dişi at ve sırtçantalarımız ile birlikte çıkıyoruz yola :) Otostop çekip de tanışacağımız birinin bizimle günlerce ilgilenip sonunda atlarla birlikte uğurlayacağı aklımızın ucundan geçmezdi! Abdullah kardeşimize ne kadar teşekkür etsek az! Yoldaşlarımızla ilk günler nasıl geçecek, ilerleyebilecekmiyiz ve bu şekilde devam edebilecek gücü bulabilecekmiyiz kendimizde, henüz hiç bir fikrimiz yok! 





Ve yarın 31 Mayıs.. Bir sürü insanın ölümü ile sonuçlanan bir milletin uyanış hikayesinin başlangıcı. Bizim yolculuğumuzda atlarımızın sırtında orada ölenlerin ağırlıkları da var. Bu geziyi  Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Mustafa Sarı ve Berkin Elvan'a, Roboski ve Rojova'da, Soma'da, Madımak'da, saymaya başlayınca bitmek bilmeyen devlet ve maşaları tarafından öldürülenlere de adıyoruz.



İnsanlarımızdan; doğamıza, hayvanlarımıza, topraklarımıza, sularımıza, denizlerimize, okyanuslarımıza, sağlığımıza, genlerimize, doğmamış çocuklarımıza, yaşamımıza, inançlarımıza, farklılıklarımıza, düşüncelerimize, gelecek nesillerimize ve gelecek günlerimize kadar her şeyi katleden, öldüren ve sömüren anlayışın sonuna kadar karşısındayız!

Emine&Coşkun

28 Mayıs 2014 Çarşamba

MEMLEKETE DÖNÜŞ - VAN

Tahran'dan bindiğimiz trenin Van'a gelişi yaklaşık 1 günü buldu. Kapıköy sınırını geçerken çantaları dışarı çıkarttık, kontroller yapıldı vs bekliyoruz, önümüze gelene de 'at' soruyoruz:) Hemen köyde tanıdıkları olan birinden fiyat bile aldık ama bizi aşıyor.. Fiyatlar böyleyse bizim iş zor :/ O arada trende görevli olan Halit ile tanıştık. Sağolsun tren istasyonundan merkeze kadar Halit ile birlikte geldik. Yemek yedik ve bizim çadırı kondurabilecek yer aramaya başladık. En güvenli ve çadır kurulabilecek yeşil alanı olan, şehir merkezindeki tek noktaya; Van Devlet Tiyatrosunun bahçesine girdik, bekçilerden izin aldık ve çadırımızı kurduk. Sabaha kadar sınırsız çay da var, daha ne olsun;)



Bu arada bu coğrafyaya ilk gelişimiz. Herkes dikkat edin tehlikeli oralar diyor, du bakalım..
İki gün dışarda kaldık ama bazı ihtiyaçlarımız var. Banyo lazım.  CS'ye mesajlar bıraktık. İkinci günün akşamı biz yokken çadır kurduğumuz yere Fatin Abi gelip telefonunu bırakmış. Buralardaki ilk ev sahibimiz kendisi. Bize çok değerli şeyler öğretti sağolsun.. Van merkezde dolandık, yok arkadaş şehir boğuyor, hiç yoktan yorgun düşürüyor bizi. Telefon ile ilgili işlerimizi hallettik ve uzun zamandır hayalini kurduğumuz kahvaltıyı yaptık sonunda, kaymaklı ballı :)





Gelir gelmez şansımızı deneyelim bi dimi


Buralar çok eskilerden beri birilerinin yaşam alanı olmuş, çok ama çok güzel bir nokta. Bu güzelliği en iyi Van Kalesinden gün batımını seyrettiğinide anlıyorsunuz. Belki yüzlerce gün batımı gördük ama abartısız en güzeli Van Gölü ve kalesinden seyrettiğimiz oldu.
Burada gazeteci Murat Abi'nin gezdirdiği İstanbul'dan gelen dört kişi ile karşılaştık. Birlikte gezdik, muhabbet ettik.. Kale maalesef tadilat görmüş ve bu tadilatı kesinlikle laz müteahhit yapmış. Kalenin hemen her yerine beton dökülmüş. Urartu yapısını İstanbul surlarına benzetmişler. İstisnasız tüm Van'lılar eski halinin çok daha iyi olduğunu söylüyor.











Kaleye çıktığınızda etrafında inanılmaz büyük bir şehrin kalıntılarını görüyosunuz. Koskoca bir şehrin ayak izi gibi. Daha yirminci yüzyılın başlarına kadar, yani Ermeni göçüyle birlikte gelen katliama kadar burada koskoca bir şehir varmış. Neredeyse bütün yapıların yerlerini yukarıdan bakarak tespit edebiliyorsunuz. Yalnızca izleri kalmış. Geri kalanını depremde yıkılan evlerin temellerinde bulabilirsiniz. Yani buranın geri döndürülmesi artık imkansız.







Ah restorasyonu çok yanlış anlamış çoook :(








Bütün güzellikleri yok ettiğimiz gibi yerine yapılan Van Büyük şehri ise büyük bir gecekondu mahallesinden ibaret. Kendi kimliği olan ve mimari güzellik adına tek şey Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış bahçeli evler. Onlar da müteahhitler tarafından göz hapsinde. Yıkılıp yerlerine apartmanlar yapmak için fırsat kollanıyor. Halk ne olduğunun farkında değil. Tek düşündükleri ilerleme ölçüsü alışveriş merkezleri ve yollar ama burunlarının dibindeki devlet tiyatrosunun kapatılacak olması kimsenin umrunda değil gibi. Coğrafyanın iki tarafı var. Yoğun bir cahiliyet ve tarafgirlik. Bir tarafı tutmak zorunda olmak en büyük kayıp. Objektif olamıyoruz. Ülke yönetimindeki caniler tarafından yapılan zulümde tüm hümanist duygular kaybedilmiş. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti ordusu buralarda insanlara ırklarından, dillerinden ötürü kan kusturmuş. İnsan olduklarını unutturmuş neredeyse. Şimdi polis batıda insan öldürdüğünde ya da hukuk kanalları saçma sapan kararlar verdiğinde dejavu yaşıyor buradakiler. Biz batıdan oradaki devlet terörünü devletin ve basının yalanlarıyla seyreder ve ses çıkarmazken son zamanlarda aynı duruma düştük. Kolluk kuvvetleri buralarda insanları gece yarıları toplamışlar ve bir daha haber alınamamış. Binlerce çocuk yıllarca hapis cezasına çarptırılmış. Burada eylem sıradan ve günlük bir olay. Ölüm gibi, kan ve göz yaşı gibi. Fatin Abi'ye sorduğumda peki çözüm nasıl olacak? Cevabı sadece şu oluyordu, Ortadoğu'ya bir atom bombası atılmalı, ahan tam bu noktaya bak koordinatları veriyorum. İşte tam burası bizim kahvehane! 
Öbür taraftan özellikle bu coğrafyadaki kadına yapılan zulümden mi bahsedeyim, çocuk gelinlerden ve annelerden mi, yoksa töre cinayetlerinden mi, devletin desteklediği ağalar ve şıhlardan mı, ekonomik olarak önce fakirliğe sonra da cahilliğe mahkum edilmiş halktan mı, bilemedim.. Bunun dışında artık değişime çok güzel bir öncülük eden eş başkanlık ve kadının temsiliyet oranındaki yüzde ellinin üzerindeki orandan da bahsetmeden olmaz. DTP'nin Abdullah Öcalan'ın fikir babalığını yaptığı projesinde kadın ile erkek partinin ve kazanılan mevkiilerin hepsinde eşit olarak temsili olayı hem Türkiye'deki diğer partilere, hem de Dünya'ya örnek teşkil edecek bir çalışma. Eğer bu coğrafya kurtulursa bu eylemin büyük bir payı olacaktır.  
Burada asıl problemin nedeni nedir sorusunun cevabı çok açık. Sermaye büyük şehirlerde kendi çarkını ucuz yoldan çevirmek için iş gücü ihtiyacı duyuyor. Bu iş gücü de hepimizin bildiği gibi Kürt gençleri oluyor. Bütün inşaatlarda bu gerçeğe rastlayabilirsiniz. Ucuz iş gücü için milyonlarca insan Türk ordusu ve Kürt gerillaları tarafından evlerinden, köylerinden uzaklaştırılmış.. Maalesef  "bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" olamamışız. Bu gerçeği söylediğinizde kimse kabul de etmiyor. Ne Kürtler ne de Türkler. Sonuç ise apaçık ortada, basit bir sistem örneklemesi. İçinden nasıl çıkarız ben de bilmiyorum.. Emin olduğum tek şey, öncelikle objektif, tarafsız olarak duruma bakabilmeliyiz. İki Kürt kadınının işlettiği el işleri satışı yapılan bir mekana gidip Atatürk resmini göstererek bunun ne işi var burada diye arıza çıkartan Kürt'de, alışveriş yaptıktan sonra senin anadilin Kürtçe mi sorusuna evet cevabını verdiği için aldıklarını geri bırakıp çıkıp giden Türk'de gözümde aynı. Milliyetçilik aynı topraklarda yıllardır yaşayan insanları birbirine düşürmekten başka ne sağlayabilir?

Van'da başınızı kaldırıp etrafa bakınca Erek dağını görmeme şansınız yok. Hemen altında ise Yedi Kilise Köyü varmış. Bir pazar günü sora sora gitmeye çalıştık. Bindiğimiz minibüs bizi yolun yarısında bıraktı. Yürüyerek ulaşmaya çalışırken şansımıza Arafat ile karşılaştık. Bizi adım adım her yere arabası ile götürdü sağolsun. Çok içten davrandılar ailece. Babasının evine gittik, kaç çocuk, kaç torun var kendisi de unutmuş, yaşlanmış bir avcı.. Oyunlar oynadık çocuklarla ve uzun uzun muhabbet ettik. Çocuklar ne öğütlerseniz öğütleyin, söylediklerinizi değil, yaptıklarınızı örnek alırlar.. Umarım en son 30 yıl önce geyik görmüş ve avlamış bu amcanın çocukları farklı düşünür..



Evet, söylediklerimiz değil, yaptıklarımız örnek alınır..






Kilise'nin bir bölümünü depo olarak kullanıyor köylü, depremden sonra iyice bozulmuş..


Eski hali..












Bize buralarda daha önce pek duymadığımız bir kiliseden de bahsettiler. Der Meryem yani Meryem Ana Kilisesi. 365 odası olan bu kilisenin her gün başka bir odasına gün ışığı vuruyormuş. Görmeyi çok istememize rağmen bir türlü gidemedik. 
Sonra Akdamar Adasına gittik. Şansımıza gidilebilecek en güzel mevsimde gitmişiz. Tüm bademler çiçeklerini açmış ve bir şölen hazırlamışlardı bize. Rengarenk çiçekler altında bütün doğa uyanmış aşk yapıyordu. Tavşanlar, martılar, kaplumbağalar...
Sonunda Tamara'nın kendini attığı uçuruma kadar ulaştık. Ayaklarımızın altında kuşlar uçuyor. Aşağı bakıyorum, sanki gökyüzünde yürüyoruz gibi.. Muhteşem!

Yol üzerinde T-Rex soyundan gelen Van Gölü Canavarını da gördük ;)

Ah Tamara ya da Akdamar adası karşımızda..












İfadeler çok manidar değil mi :)
Sanki nine kaplumbağa bu, takma dişlerini çıkartmış :)






Aşk her yerde!
















Fotoğraf çektirmek için koşa koşa yanımıza gelen çocuklar :) Hindistan günlerine döndüm bir an..


Ah Tamara ( Akdamar ) adası ve kilisesi








Sonra Halit ve arkadaşı ile birlikte Edremit ilçesine gittik. Burası çok daha düzenli bir yer ve oldukça fazla sayıda ağaç var. Bademler ve erikler burada da güzeller güzeli çiçeklerini açmış. Günü Yüzüncü Yıl üniversitesinde bitirdik. Van kedisi evini ziyaretten sonra yine çok soğuk bir gün batımının ardından Fatin Abi'nin evinin yolunu tuttuk. 



Artos Dağları


Van Kedisi


Van Kedisi




Bu da tombik Van kedisi




Fatin'in yanında sınır kaçakçılığı konusunda Amerika'daki bir üniversitede doktora yapan Fırat ile tanıştık. Konusunda uzman bir akademisyen. İnceden inceye işlenmiş ve konuya tüm detayları ile birlikte hakim. İlgilendiği konu ise daha çok çay, sigara ve mazot kaçakçılığı. Bunun tek çözüm yolunun ise vatandaşlık numarası üzerinden tüm Van'lılarla birlikte tüm serhat illerindeki halka sınır ticareti hakkı verilerek ticaretin geliştirilmesinden geçtiğini vurguluyor. Her anlamda çok kötü bir sarmal ve çok boyutlu bir iş bu kaçakçılık işi. Bütün işi yapan ve zorlukları çeken en alttaki adam. Yakalandığında da malın tüm ceremesi onda. O yüzden pek çok aile kaçakçılık belasına zorlanmş ve o işten çıkış yolu bulamıyorlarmış. Parası da cazip...
Sonra Fatin'e burada neden hiç ağaç yok dedik. O da şu efsanevi lafı etti. 'Kürt ile ağaç bir arada durmaz, ya kürt gidecek ya da ağaç! '  :) Daha sonraki pek çok örnek de ne kadar haklı olduğunu gösterecek bize..
Ertesi gün Van'dan ayrılacağız ama ne tarafa gitsek diye düşünüyoruz. Hakkari üzerinden mi, yoksa Bitlis'e doğru mu? Hakkari'yi görmek istiyoruz, herkes tavsiye ediyor ama atları da Bitlis tarafında kolay bulursunuz diyorlar..  Neyse çantaları yüklendik, Fatin Abi ile vedalaştık ve karar vermeye çalışırken kahvaltı için oturduk merkezde bir yere. Kapı açıldı, içeri bizim Van kalesinde tanıştığımız gazeteci Murat Abi girdi, apar topar gelin sizi arıyorum bende deyip DHA ofisine götürdü:) Sevgili Gülay ile tanıştık, kalenin oraya gidip çay içtik muhabbet ettik ve fotoğraf falan çekildi, haber yaptılar.





Sonra Adilcevaz ya da Ahlat'a karar vererek otogara gittik ama neden ve nasıl oldu hiç bilmiyorum kendimizi Erciş'e giden minibüste bulduk:) Bizde yol üstünde ilk mola verilecek yer olan Balık bendinde indik. Çadırı kurduk. Yol bizi buraya getirdi, önümüze çıkana 'at' sormaya devam, bir yandan da kader ağlarını örüyor ;)

Coşkun & Emine