Facebok

17 Ekim 2014 Cuma

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN

' Biz kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz, daha dün ilkokul sıralarında birlikte muhteşem zaman geçirdiğimiz yada kavga ettiğimiz insanlar nerede, üniversite arkadaşlarıyla bile yıllardır görüşmüyoruz. Onlar öldü, bu dünyaya ait değiller. Patronlarımız, iş arkadaşlarımız, ilk aşklarımız, hasımlarımız, müdürlerimiz hepsi geçti yani onlar da öldü ve sen egolarından sıyrılamadığın sen, hiç bir önemin yok tıpkı diğerleri gibi. Budha, İsa, Muhammed gibi, Mozart, Tolstoy, Atatürk gibi... Hepimiz birer hiçkimseyiz.
Düşünsenize bunun verdiği özgürlüğü. Aslında yarattığın değerlerin hiç bir önemi olmadığını. Git bugün birilerine rezil ol ne çıkar. Git işinden istifa et. Polis memurunu tokatla hepsinin sadece üç kuruşluk sonuçları olacaktır. Sen hayatta kalmak için, ömrünü tamamlamak için yeni şeyler bulacaksın.
Hadi şimdi git düşün kafandaki küçük günlük sorunların bi bok olmadığını sadece yaşa.
Bu da sonradan aklıma geldi eklemeden gitmeyeyim dedim ; "Nasıl oluyor vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor"  '
(Bu yazı alıntıdır şu adresten ulaşabilirsiniz.)

Çok ihmal ettik buraları dimi, öyle oldu işte, öyle olması gerekiyordu demek ki.. Bir kaç güne kadar devam edicez yola, artık nelere ihtiyacımız olup, nelere olmadığının farkında olarak..
Asya'da tohumu ekmişiz, at sırtındaki yolculuğumuzda filizler çıktı ve yeşerdi her yanımız son olarak Rainbow kampında da çiçeklerimiz açtı...

Şimdi yoldaşlarımız Düldül ve Kınalı'dan ayrıldıktan sonra İstanbul'a gelene kadar yaşadıklarımızı özetleyeyim..

Mardin merkezdeyiz. Otostop için ana yola çıkmamız lazım. Bulunduğumuz yerden oraya yürümek mümkün olamayacağı için atladık dolmuşa, doğru Mardin şehirler arası otobüs terminalinin önüne. Oradan ana yola çıktık ve çantaları taşıdık yolun kenarına. Arkadan iki adam çıka geldi.

Napıyosunuz gençler burada. N'oldu atlar?

Meğer bunlar 1 ay önce Midyat'a girerken ilk mola verdiğimiz ayrancıda gördüğümüz adamlar. Bürolarına davet ettiler. Akşam misafir etmek istediler. Bizde otostopla Gaziantep'e gideceğimizi söyledik. Olmaz öyle şey deyip otobüs biletlerimizi aldılar :)
Henüz nerede kalacağımızı bilmiyoruz. CS den mesaj attığımız bir doktor vardı. Beni arayın demiş.. Aradık, geliyoruz biz diye. Evde değilim tatile gidiyorum dedi ama o muhteşem insan bizim için apartman görevlisiyle görüştü ve evinin anahtarını ondan alabileceğimizi söyledi. İletişim bilgilerini aldık. Artık Antep'de kalacak yerimiz hazır! Bu arada benim ayak alçıda, elimde bastonlar, çantaların ikisini de Coşkun taşıyor.. Ailemizin hamalı :)



Pek kısa sayılmayacak sıkıcı bir otobüs yolculuğunun ardından eve gitmek için dolmuşlara bindik. Adres elimizde, şoför kararsız kaldı nerede indirmesi gerektiği konusunda derken arkadan bir çift en iyisi şurada inin taksi ile gidin garanti olsun falan dedi. Valla dedik taksiye verecek paramız yok. Demez olaydık, cebimize para sokuşturdular inerken ve gözden kayboldular..

Neyse indik dolmuştan iki dakika mesafedeymiş zaten apartman. Girdik daireye. Dolapta sarımsak turşusu bulduk ve tamamını bitirmemek için zor dayandık :) O neydi öyle nasıl bir lezzetti yahu.. Artık 1 ay oldu, alçıyı çıkartmamız gerek. Hastaneye gitmek istemiyoruz, zaten sigorta yok acilden dayanılmaz kaşıntı şikayeti ile girebilirdik belki :) Ama neyse ki isviçre çakımız var, doğuma bile girilir bu aletle! Amerikan alçı dedikleri hafif ve sert bir malzeme olduğu için baya uğraştık ama çıktı sonunda. Oh!!



Sonra o erimiş kemiğe dönmüş bacakla sokakları ve baklavacıları falan dolaştık. Bütün meşhur baklavalardan aldık. Sanki çok lazımmış gibi. Bu da kötü bir deneyim. İnsanın neye ihtiyacı olduğu neyden zevk aldığı zamanla değişiyor yani eskiden değer verdiğiniz bir çok şey değersizleşebiliyor. Hiç bir şey bir güler yüz kadar tatlı gelmiyor...



Sonra yola çıktık. Tekrar otostop. Adana'ya kadar geldik. Oradan bir kamyonetle Antalya sınırına kadar geçtik. Oradan başka bir tırla Konya'da geceyi otoyol kenarında çadır kurarak geçirdik. Gece otoyol kenarındaki çimleri sulayan adam geldi.
Napıyosunuz burada!?
Abi uyuyoz, yarın erkenden yola devam edicez.
Suyu açacam ıslanırsınız burada
Valla abi ıslatma bizi lütfen bu taraftaki fişkiyeleri açma noolur, dedik:)
O da bakalım nolcak dedi ve gitti. Bir kaç dakika sonra etrafımızda bir sürü fıskiye açıktı ve bir tek bizim çadıra su gelmiyordu :)



Tırlardaki rahatlık başka hiç bir araçta yook.



Sabah erkenden uyandık ve Antalya Akseki'ye doğru otostopa devam. Önce bir adam durdu o bizi Konya şehirinin dışına bıraktı. Oradan hayvanların kesimhaneden kullanılmayan atıklarını toplayıp uzak doğuya satan bir adam Seydişehir'e kadar getirdi. Sonra sürekli yalan söyleyen bir bira kamyonu şoförü tesadüfen tam girmemiz gereken yol ayrımının yanındaki lokantada durdu:) Buradan sonra ya taksi ya da yürüyeceksin Rainbow kamp alanına ama normal yürüyemiyorum hala kaslar eridiği için, iki bastonla yavaş yavaş.. Du bakalım napıcaz dedik oturduk çay içiyoruz öyle. Karma yine ve hep çalışıyor..

Saçları rastalı motorlu biri geldi. Sarıldık.. Yaklaşık 15km yolu o bacakla yürüyemeyeceğim için Hasan beni onca yükle birlikte motorun arkasına attı ve hooop kamp alanındayız. Coşkun arkadan yürüyerek geliyordu ama Hasan onu da almaya gitti..

Rainbow nedir derseniz tam anlamı ile bir ailedir.. Kavgası ile, yemeği ile, öğreneceğiniz ve öğreteceğiniz şeylerle, paylaşım ile kocaman bir aile. Onlarca, yüzlerce kardeşiniz ile birlikte muhteşem bir coğrafyada yaşadığınıza şükretmek ve hayatın tadını çıkartmaktır.

Rainbow ağaç olabilmektir, sonra  kuruyup odun olmak, taşınmak ve yakacak olmak, sonra çemberin tam ortasında tutuşmaktır. Sonra ateş olmaktır. Sonra alev, yükselmektir, kıvılcım olup yıldızlara karışmaktır. Sonra duman olup solunmaktır, solumaktır.. En son kül olmak ve yeniden ağaç olmaktır..

Yaşamaktır, gerçek anlamda yaşamak. Müzik yapılır, şarkılar söylenir. Yemeğe şarkılar ve şükür ile başlanır. Çay içilir. Sohbet edilir. Odun toplanır. Sıradan şeyler.. Zaten ne önemi var ki şu kısacık ömrümüzde... Sadece muhteşem anlara ihtiyacımız var. Muhteşem bir 10-15 gün geçirdik. Muhteşem insanlarla tanıştık. Muhteşem çaylar içtik. Kardeşlerimiz oradaydı.











Rainbow'dan sonra Bodrum'a doğru yola çıktık. Önce Antalya'ya gittik. Bir gece Side'de şezlongların üstünde uyuduk. Arabasıyla bizi Akseki'den oraya getiren amca eşinden olumlu yanıt alamayınca ( hırlı mıdır hırsız mıdır getirme eve tanımadığımız kişileri muhabbeti yüzünden ;) ) çok istemesine rağmen evine götüremedi bizi :) Kumsalda bir arkadaşının barının önündeki şezlonglarda uyuduk o gece. Sonra bir gece Antalya Merkezde Rainbowdan arkadaşımız Eylem'in evinde misafir olduk. Bizden bir kaç gün önce yola çıkmıştı. Onunla şöyle bir oyun oynadık. Sokakta gülen birini görünce sarılıp öpecektim. Tam yarım saat boyunca bir sürü yer dolaştık ve tek bir gülen insanla karşılaşmadığımız gibi kendisine yanlış bilgi verdiğini iddia eden yaşlıca kızgın bir adamın elinden tezgahtarı zor kurtardık!

Etrafımızdaki neredeyse her çocuğun, takıntılı bir şekilde eline geçen her şey için "bu benim" dediğini fark edince artık şehirlerde yaşamamamız gerektiğini kesinleştirdik kafada. Her şeyin birilerinin olduğu bu kısacık yaşamda küçücük anlarımızın tadını nasıl çıkartabiliriz ki?

Sonra şu anda uzaklarda biryerlerde olan Onur ile görüştük. Evinde misafir olduk. Kısa bir kaç yolculuğa çıktık. Çok sevdiği Antalya'nın içine nasıl sıçılmış gösterdi bize. Sonra Alakır'ı aradık ama bulamadık. Ertesi gece arkadaşı  Hülya'ların evinde kaldık. Ramazan ayıydı o ara tabi yemekler, sofralar dolup taşıyor :)

Herkes hayatlarından nefret ediyor, ya elleri kolları bağlı, ya da kurtulmak için biraz daha 'zaman' biraz daha 'ıvır' biraz daha 'zıvır' farkında değiller ama sadece biraz daha 'bahane' için beklemedeler. Halbuki zaman geçiyor ve 1 dakika önceni bile geri alman mümkün değil, tıpkı 1 dakika sonrasına bile sahip olup olamayacağının garantisi olmadığı gibi..

Akdeniz..

Tepeden Antalya manzarası

Onur bizi şehir dışına kadar bıraktı sağolsun. Sonra hazır gelmişken bütün kardeşlerimizin bahsettiği Olimpos, Çıralı nasılmış görelim dedik ama oraya tam olarak nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Kurduk çadırı. Kafasını ve belini kırmış kampçı komşumuzla sohbete daldık.
Benim ayak hala topallıyor ve ağrı yapıyor yürüdükçe o yüzden çok kısa yürüyüşler yapabildik sadece. Can kardeşimiz İbrahim'i gördük. Kafamız nasıl güzel olduysa dere kenarından bambaşka yerlere uçtuk gittik, on dakikalık yürüme mesafesini yıllar süren bir zamanda kat ettikten sonra çadıra gelip uyuduk.
Sonra başkaları geldi. Pek muhabbet edemedik. Şaka yollu da olsa karılarını nasıl köle gibi kullandıklarını kadınların yanında anlattılar. Kimse şikayetçi görünmüyordu..



Olimpos

Olimpos

Çıralı



Çadır topladık ve güzel bir tesadüfle tanışmış olduğumuz bahtını kovalayan bedevi ile arkadaşı bizi ana yola kadar attı. Otostop çekmeye başlar başlamaz iki araç birden durdu. Pikapı tercih ettik. Atladık kasasına, uça uça Finike'ye kadar geldik. Yolda aklımıza karpuz düşmüştü bir ara çeşme kenarında mola verdik kamyonetin önünden karpuz çıkarttılar :)

Otostopçu dostları, efsane adamlar Sedat ve Vedat''a denk geldik sonra. Biri sulu kafayı buluyor diğeri kuru :)  Hayatları keyif çatmak üzere kurulmuş. Bizi Bozburun'a kadar götürdüler. Hindistan'da tanıştığımız dostlarımızı ziyarete geldik buralara.  Cem'in annesi Karadeniz teknelerinin maketlerini satıyor. Buraların ilk geldiği zamanlardaki haline saplanmış bir kadın. Cem onunla birlikte burası da ölecek diyor. Çünkü para babaları o geçmişte asılı kalmış yeri de mahvetmişler. Köylülük ve değerlerin hepsi, keçileri, peynirleri ve adetleri, hatta çocukların oyunları.. Saklambaç dışında sokak oyunu bilmeyen çocuklara bokbaşı ve sulandır oyunlarını öğrettik:) İki gece teknede uyuduk sallana sallana, deniz ile uyandık.. Çocuklarla denize girdik. Hayattaki tek amacı politika olan sakat bir çocuk vardı. Kafası kapalı insanların neden ve nasıl bu kadar büyük bir kinle dolduğunu anladım konuştukça. Hiç bir etki tepkisiz kalmaz. Eğer ötekileştirirseniz düşman edinirsiniz. Yapılacak en iyi şey politikayı reddetmek ve parayı, hırsı, şiddeti, kazanmayı, en iyi olmayı..







Sonra bir gün Marmaris'te kaldık. İstanbul öncesi alıştırma oldu sadece. Cem bizi otostop çekebileceğimiz bir yere bıraktı. Oradan nasıl ayrıldık tam hatırlamıyorum ama mobilya taşıyan bir kamyonetle yol aldık biraz. Yaşam felsefemizden, hayatın ne kadar kısa olduğundan ve yaşadığımız her anın ne kadar kıymetli olduğundan bahsettik. Aylar geçti aradan ama Muhsin abi hala arıyor bizi :)

Tam otostop çekecez tekrar, arkamızdan biri geldi.
Nereye gidiyosunuz siz?  diye sordu Ankara şivesi ile.
Bodrum'a
Ben götüreyim sizi ama kaç para verirsiniz?
Valla biz bedavacıyız :)
Tamam hadi atlayın.
Atladık atlamasına ama abi her kırmızıda geçiyor, her yeşilde de duruyor :)  Hareketleri de garip. Tamam dedi Coşkun sağa çek ne olur ben geçeyim direksiyona. Adam da teklif bekliyomuş hemen çekti kenara:)
Bodrum'a girdik. Otostop çektiğimiz insanlarla çok ilginç bir ilişki kuruyoruz ve otostop arkadaşlıkları ediniyoruz. Zorla cebimize para soktu, sonra gece teknede kalacaz dedik. Geldi Marinaya, bizi misafir eden arkadaşlarla tanıştı. Sabah kahvaltı edelim dedi. Ertesi gün onu rahatsız etmeden nasıl kaçacağımızı bilemedik:)



Sonunda İzmir'e doğru yola çıktık. İranlı turistleri gezdiren bir otobüs aldı bizi İzmir hava alanına kadar gittik. Oradan metroyla merkeze geldik, arkadaşımız Dinçer'le buluştuk. Kısa bir İzmir turu attırdı, karnımızı doyurdu ve bir otele yerleştirdi sağolsun.

Eğer işsizseniz yola çıkıp otostop çekin diyorum. Aklınıza hayalinize gelmeyecek fırsatlar çıkıyor. Yol boyunca nasıl para kazanılır konusunda resmen doktora yaptık. İlgilendiğimiz şey para olsaydı şimdi bol sıfırlı bir banka hesabı ile yaşamımıza devam edebilirdik sanıyorum.

Akşama ancak Kocaeli'ne halamızın evine kadar geldik. Geliş o geliş, aile ziyaretleri yapıp tekrar yollara düşmeyi planlarken babannemin sağlık durumu başta olmak üzere bazı durumlar gelişti ve yaklaşık üç aydır İstanbul'dayız.
Böylece başladığımız noktaya döndük ama gönül gözü açılmış, dünyanın malından soyutlanmış iki 'hiç' olarak döndük. Şimdi cahilliğimizin farkındayız, öğreneceğimiz, yaşayacağımız çok şey var, tabii ki sistemin dışında!



Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiç bir şey bildiğim yok.

Varılacak bir nokta yok, zaman geçiyor, değişim sürekli devam ediyor, yeter ki serbest bırak, seni çevreleyen o görünmeyen kafesi fark et ve kilidi aç, dışına çık, özgürleş! Anahtar mı? Arama boşuna, işte sen anahtarın ta kendisisin ya! Başka bir dünya mümkün..

Emine&Coşkun











29 Temmuz 2014 Salı

DİREN ALAKIR DİREN YAŞAM !

Merhaba Canlar,

Alakır'da direniş var! Mesele üç beş ağaç değil, mesele doğal yaşam, yuvalar, canlılar, hepimize ait olan yaşam!

Alakır Vadisindeki tüm canlıların kazanılmış haklarının yürütme organı tarafından uygulanmamasını protesto etmek için buluşuyoruz. 

Şimdi birlik ve bir olma zamanı, mutlaka gelmeye çalışın, gelemiyorsanız da paylaşın ki daha çok kişiye ulaşabilelim, biz programımızı değiştiriyoruz ve 2 Ağustos Cumartesi 19.00 da Antalya Cumhuriyet Meydanında olucaz! 

Birkan'ın da dediği gibi,

Çok önemli bir süreçten geçmekteyiz can dostları.

Hukuk kararları bile uygulanmıyor.

Bu buluşmamızda yeteri kadar sesimizi yükseltemez isek korkarızki vadinin son kalan yerlerine şirketler fazla vakit kaybetmeden insafsızca saldırılarını başlatacaklardır.

Ondan sonra da artık Alakır'da savunacak herhangibir yaşamdan bahsedilmesi söz konusu olmayacaktır.
Çok kritik bir süreç.

Antalyanın gezi parkı gibi bir bilinçte ve duyarlılıkta konuya artık müdahil olması lazım.
Tüm gruplara çağrımızı yapıyoruz.

Eğer bu bilinci bu seferde yaratamazsak şahsen tüm bu sosyal paylaşımları kapatıp bire bir bu iblislerle vadide vuruşa vuruşa yitip gitme niyetindeyiz kardeş bildiğimiz canlılarla birlikte.
Bu buluşma bizim dostumuzu düşmanımızı da belirleyecek.

Bu katliama artık dur demenin tam zamanı.
Yoksa çok geç olacak.
Geri dönüşü olmayacak.
Ya Antalya Gezi ruhuna kavuşacak ya da bizi ve Alakır'ı yitirecek.

Bu kadar net.

2sinde buluşmak üzere.


Emine & Coşkun



23 Temmuz 2014 Çarşamba

MARDİN - GÜN DOĞMADAN NELER DOĞAR !

Midyat'daki uzun, acılı ve bir o kadar da unutulmaz güzelliklerin yaşandığı günlerden sonra Aynur'un evinden ayrılıyoruz..

Bu bacakla o çantayı taşıyamadım tabi, sadece denemeydi ;)
Bir kaç gün önce aldığımız iki değnek ile yürüyorum artık. Sevgili Yusuf arabasıyla bırakıyor bizi Mardin'e kadar, bir arkadaşının yeri olan Şahmaran Pansiyon'un önüne kadar hatta.. Yine Yusuf'la fotoğraf çekmeyi unutuyoruz :( Bir gün sırf bu yüzden dönücez tekrar Mardin'e!





Bu dede tek başına kanepe taşıyor, hey maşallah!
Biraz dolaşalım istedim ve yürüyüşe çıktık ama 5-10 dakika sonra parmaklar şişti, ağrı başlıyor.. Birbirinden güzel güvercinleri olan Kadir Amca, ikiz kardeşi ve arkadaşları ile tanıştık o arada. Hem dinleniyorum hem muhabbet ama muhabbet öyle güzel geliyor ki etrafı gezmek için çıktığımızı unuttuk bile, zaten halim de yok..













Mehmet Abi anlatıyor, şuan kırklı yaşlarında, bundan yaklaşık 5-10 sene önce Mardin'den kalkıp İstanbul'u görmeye gitmiş. İlk ve son defa :)
İstanbul'a gidiyor ama Mehmet Abi'nin bu güne kadar gördüğü, yaşadığı ve tanıdığı insanlar ile en ufak bir benzerliği olmayan bir yere gittiğinden haberi yok. Zannediyor ki kimin kapısını çalsam bana yardımcı olur..
Gidiyor Aksaray'a.. Kalacak yer için ayıracak yeterli parası da yok tabi, insanların her yerde büyüdüğü köydeki gibi olduğunu düşünüp, çalıyor önüne çıkan bir kapıyı, adamın biri açıyor;
- İyi akşamlar Abi
+ Sen kimsin?
- Mehmet. Kalacak yerim yok bu akşam sizde yatabilir miyim?
+ Defol git lan!

Yaşanmış olan diyalog böyle. Bizim Mehmet Abi şok oluyor tabi :)
Bu hikayeyi tam olarak anlayabilmeniz için buralara gelip, insanlarla tanışıp, muhabbet edip, misafir olup, her şeyden önce 'gerçekten' 'paylaşmayı' öğrenmeniz gerek sanırım..







Onlardan ayrılıp doğru Antep'e otobüs bileti sormaya gittik. Kişi başı 45tl ! Bizim cebimizde zaten toplam 100 lira var, mümkün değil.. Otostop vakti geldi yine anlaşılan, bu halimle daha da kolay olur diye umuyorum, insanların vicdanına dokunucaz sonuçta :)
Antep'de CS için mesajlar bıraktık bile cevap bekliyoruz.
Bu sırada güzel tesadüflerle Facebook'daki Binef at çiftliği ve atlı spor klübünden bir arkadaş ile muhabbetimiz sonucu bazı bağlantılar söz konusu oldu ve Elazığ'da çeşitli sebeplerden yarışlara giremeyen arap atlarından bize verebilecekleri haberi geldi! Önce benim ayağımın tamamen iyileşmesi gerek, sonra Elazığ yolları görünüyor gibi :)
Her şeyden önce Rainbow'un -bilmeyenler için kısaca gezginlerin aile buluşması diyebilirim- bu sene Antalya'da olduğunu öğrendik ve Temmuz başı Toroslardaki kamp alanında olup bir süre orada vakit geçirmek istedik. Sonra bir kaç işimiz daha var, bayram gelince de ailelerimizin yanına gidip, hazır denk gelmişken bayram harçlığı toplamayı denesek fena olmaz :)
Paranın çok da bağlayıcı etkisi olmadığını; çevremizle, evrenle iletişimi kopartmadığımız sürece gayet rahat yol alabildiğimizi öğrendik.. Bayramdan sonra tekrar yollara düşeceğiz yani..

Mardin'den sonra Antep ve Antalya günlerinden de bahsetmem gerek ama wifi bulunan yerlerde oturup para harcamak gerektiğinden, telefona para yüklesek bile interneti yetmediğinden yazılar böyle geriden geliyor..
O yüzden şimdiden herkese iyi bayramlar dileyelim :)

Emine & Coşkun



MİDYAT - UZUN SÜREN BEKLEYİŞ VE AYRILIK

Hasankeyf'te beklediğimiz süre boyunca Kınalı'nın yarasının durumunda pek de değişiklik olmayınca 2 gün sürecek son yolculuğumuza başladık, Midyat'a doğru ilerliyoruz. Bir an önce veteriner bulup gerekli tedaviyi uygulayana kadar rahat yok artık, hiç belli etmese de acısını bizim içimiz yanıyor ona baktıkça..

İlk günün sonunda Ayrancı Geçidi yazan bir tabelanın yanından yoldan çıkarak yukarı doğru tırmandık kekik kokularını takip ederek. Bu kadar çok kekiğin bulunduğu bir yeri ilk defa görüyorum, kekik tarlası sanki :)
Çadırı kurup ateşi yaktıktan sonra topladık biraz. İki cins vardı, ikisi de muhteşem kokuyor ama biri zehir gibi acı! Özenle hazırladığımız zeytin domates salatalık ve kekikten oluşan akşam yemeğimizi de afiyetle yedik. Artık bedensel olarak en ufak bir ağrı ve yorgunluk olmuyor. İyice alıştık, biz onlara, onlar bize..







Sabah Binat köyünün ayakları prangalı kısraklarının sesine uyandık dördümüz. Ta yola kadar peşimizden geldiler ve uğurladılar bizi. Mardin il sınırına girdik, yavaştan Midyat'a doğru yol alırken bir ara hızlandık. Yanımızdan da tek tük arabalar geçiyor, emniyet şeridi bizim parkur durumunda :) Coşkun biraz öndeydi, azıcık koştuk ve yanlarına yetiştik, bir an baktı ve bağırdı hemen,
Durdur atı hemen aşağı in, çanta açık!
Ne olduğunu anlamadan atladım hemen aşağı. İlk defa o gün heybenin alt kısmına bağladığımız ve içinde sadece bilgisayarın bulunduğu küçük sırt çantasının fermuarı sonuna kadar açılmış, öylece sarkıyor, bilgisayar çantası yok meydanda :( Tam o anda karşı yönden gelen bir araba durdu önümüzde, daha şoku atlatamamış, durumu algılama aşamasındayız biz. 3 kişi apar topar indi arabadan,
- Kırmızı bir çanta düşürmüşsünüz!
+ Eveeet!! :)
Bu kadar da hızlı çözüldü yani olay :) Bırak üzülmeyi daha bilgisayarın düştüğünü algılama sürecindeyken adamlar hoop çıkarttı çantayı verdi elimize :)
Meğer biz Coşkun'a yetişelim diye koşarken fermuar sarsıntıdan açılmış, bilgisayar çantası da kaymış gitmiş.. Yolun üstünde bu kırmızı nesneyi gören abiler de durup almışlar, sonra yanımızdan geçmişler vay anasını şunlara bak diye düşünmüşler.. Sonra bilgisayarı açıp bakınca fotoğraflarımızı görüyorlar, atlı bir adam ve kız! Dosdoğru geri dönüp karşımıza çıktılar tam da fark ettiğimiz anda :) İşin daha ilginci sonradan instagramda bu hikayeden bahsedince bu adamlardan birinin Hasankeyf'de evlerinde kaldığımız Mahmutoğlu ailesinden, diğerinin de Ziyare'te misafir olduğumuz Mazhar Hocanın bir arkadaşı olduğunu öğreniyoruz : )



Güzel insanlar..


Midyat'a 5-6 km kala yol kenarındaki Ayrancı Ziya Abi'nin yerinde öğle molası verdik. Midyat'ı anlattı biraz. Atları ve kendimizi atabileceğimiz, çadır kurabileceğimiz yerleri tarif etti, karnımızı doyurdu, taşın ve inancın şehri Midyat'a doğru yolcu etti.

Ziya Abi'nin gözleme-ayran dükkanı





Çadır kuracağımız alanın bulunduğu Mor Abrohom Manastrı'na doğru giderken yol üzerinde veteriner kliniğini gördük. Yarayı görmesi için ya o gelecek bir kaç saat sonra ya da çadırı kurduktan sonra biz getiricez atı diye anlaştıktan sonra 10 dakika daha yürüyüp üzüm bağları içerisinde yer alan manastırın yanınındaki arazide uygun bir yere çöktük. Çadırı kuralım da veterinere gidelim diye düşünürken iki arkadaş geldi yanımıza. Midyat'a gelirken arabayla yanımızdan geçmişler, orada denk gelince de tanışmaya geliyorlar yanımıza.Oturduk birlikte, muhabbet ettik biraz ve Bilal veterinerim ben demesin mi! İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş :) Baktı yaraya, temizledi ve verilecek ilaçları söyledi. Antibiyotik tedavisine başlamamız gerek. Yarın tekrar gelme ihtimalim var, ilaçları getiririm ben size ama gelemezsem aşağıdaki veterinerden satın alırsınız artık dedi. Orada uzun süre kaldık ama bir daha uğramadı bu arkadaşlar, görüşemedik tekrar.. Ertesi gün veterinere yollandık hemen. İlaçlar da gelseydi tam dört ayak üstüne düşmüş olacaktık valla :) Veterinere gittik ama dün orada olan Mehmet yok, İbrahim ile tanıştık, durumu bilmiyor, kahvaltı edip geliriz dedik bırakmadı, beraber kahvaltı ettik arka tarafta. Durumu anlattık, alacağımız ilaçları söyledik, bi tanesi iğne ve 4 gün kullanılacak.. İbo da bizimle geldi, boyun kısmından iğneyi yaptılar Coşkun'la. Yarın ikimiz halledicez ve sonraki günler.. Allahtan Kınalı 'kuzu' gibi, biraz debelense de sorun çıkartmadı, insulin kullanmaktan iğneye de alışık tabi Coşkun :) Ben tutum, o yaptı ve kotardık bu iğne işini.
Yara iyileşir ama semer konursa tekrar açılır bir kaç gün içinde diyor veteriner.. Anlaşıldı, yollarımız ayrılacak burada Kınalı ile :( Sonuç olarak etrafa haber saldık atı değiştiricez diye, beklemeye geçtik..











İlk gün atlara su verebileceğimiz tek yer olarak Ziya abinin evine yollandı Coşkun. Döner dönmez de mutlaka sen de görmelisin, ilk fırsatta çay içmeye gidelim demeye başladı, bu eski Süryani evinden çok etkilenmiş belli ki.. Zamandan bol ne var, gideriz tabi :) O arada ben manastırdayım. Orada yaşayan Yusuf ve çalışan Derviş Abi hemen aşağıda kuyu var, istediğiniz zaman haber verin açalım suyu dediler, su işi de böylece çözülmüş oldu. Bize de banyoyu gösterdiler hemen, yıkandık, temizlendik, çamaşırlarımızı yıkadılar, çaylar kahveler içildi, her şeyimiz tam şimdi :)







Sonra Midyat'ın sokaklarında kaybolmaya çıktık. Ayşe ve Aysel Noyan kardeşlerle tanıştık. Böyle bir ortamda, tüm kadınlar gibi kendilerine de uygulanan baskı ve engellemelere rağmen nenelerinden öğrendikleri kumaş baskı işlerini geliştirerek ve süs sabun yaparak önce kendileri sonra da etraflarındaki kadınlar için hem sosyalleşme hem de kazanç  kapısını yaratmışlar burada. İkisi de birbirinden tatlı bu kızların mekanı her akşam üzeri çaya gittiğimiz, sohbet ettiğimiz yer oluverdi.. Eskiden genel olarak bir yere gittiğimizde çayımızı kafelerde içerdik. Artık birilerinin evine girmek, selam vermek ve onlarla ilişki kurmak çok ama çok daha kolay ve güzel geliyor.



Türkçe anlaşamıyoruz ama tek bir lafımıza üşenmedi onca işinin arasında börek yaptı getirdi Menife Abla.. Birbirimizi sevmemiz için aynı dili konuşuyor olmamıza gerek yok belki de hm?


Ziya Abilerin evine gidelim dedik sabah kahvaltı ederiz diye ama eşi de kendisi de dükkandaymış, iki kızıyla ufak çocuklar evdeydi geri döndük biz de çadıra. Biraz sonra Ziya Abi aradı, çocuklar geldiğimizi haber vermiş heralde, eve gidin oturun istediğiniz kadar diyor :) Çadır da güneş altında olduğundan duramıyoruz zaten, hemen yollandık eve. Çocuklarla oturduk bir kaç saat, önce utandı hepsi tek kelime yok hiçbirinden :) Sonra alıştılar bize, konuştuk, anlattık, fotoğraflara baktık, ne varsa paylaştık; çocuklar, biz, kedi, horoz, civicivler, hep birlikte :)











Kedi ekmeğe, tavuk karpuza vurgun!





Ayağımın üzerinden geçip dışarıya çıkmaya çalışıyorlar

Bayaa gıcık oldular :)

Sonunda insanlığı yok etme planları yapan civcive dönüştü bu :)

Çocuklara "Bu evi unutamayacaksınız hayatınız boyunca, belki evleneceksiniz, apartmanlara taşınacaksınız, mutfağı, banyosu ve tuvaletleri olan hapishaneden bozma yuvalarınız olacak ama bu evin duvarlarındaki biçim sizin tüm hayal dünyanızı ve geçmişinizi kaplayacak. Müthiş biz özlemle yanacaksınız bu günleri düşündükçe" dedik. Özellikle ergen kızları bize gülerek ve hiç de bile dermişcesine baktı ama zaman bizi haklı çıkartacak ve zamanı geldiğinde biz de ona güleceğiz :)

Bu arada artık o eski kentin çocukları bizim arkadaşlarımız. Bu kadar atın bulunduğu şehirde pek çoğu ata ilk kez bindiler. Öyle bir ilişki kurdular ki atlarla artık sulama saatlerinde atın başından çekmek için birbirleri ile yarışa girer oldular. Her akşamüstü su merasimi ve bi tur binmek için bekleyen onlarca çocuğu gezdirmekle geçti :)
İşte bizim o zayıf atlarımız böyle meşhur olunca göze battılar. Piyasa değerleri yüz liralarla ölçülen atlarımızı sabah kahvaltısından döndüğümüzde yerinde bulamadık. Yürütmüşler! Böyle mi bitecekti bu hikaye yani!
Etrafımızdaki herkese haber ettik. Sonunda çare polisi aramak oldu. Asayişten iki polis arkadaş geldi ve arabaları ile çıktık bizim atları aramaya. Dolandık durduk yollarda, götürülebilecekleri yerlerde ama yoklar.. Orada yaşayanların onlarca atı var tarlalarda duruyorlar öylece kimsenin ellediği yok ama bizim atlar çalınıyor, olacak iş değil! Bir kaç saat dolandıktan sonra umudu kestik ve evrene güzel mesajlar yollamaya koyulduk hep beraber.. Alanlar kesin çocuktur, bu atları değişik güzel bişey sandılar, biner biner bırakırlar sıkılınca, buluruz bir kaç gün sonra en kötü...
Polisler de hadi Estel'e gidelim yemek yiyelim birlikte deyince kabul ettik. Girdik bir arkadaşlarının yerine, sipariş vermişler önceden, döner-ekmek geldi! Redderken ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık ama yemedik o döneri :)
Sonra çıktık yola bizi aldıkları yere bırakacaklar, Estel'den Midyat'a doğru gidiyoruz ana caddede.
O ne! Solda kaldırımda 15-16 yaşlarında iki çocuğun elinde bizim atlar!!
Trafikteyiz, geçtik bunları mecburen, onlar da karşıdan karşıya geçip ara sokağa girdiler tam o sırada, diğer yöndeler, biraz yavaşlamamızla Coşkun'un arabadan atlayıp koşması ya da uçması mı desem bir oldu:) Polislerden arabayı kullananın yanındaki de Coşkun'un peşinden fırladı önce ama donunu çeke çeke geri bindi biz arabayla takip edelim diye :)
Çocuklar Coşkun'u görünce koşturmaya başladılar atları. Atlar önde, Coşkun arkada dört nala gözden kayboldu bunlar!
Arabanın içindeki sahne bir anda Arka Sokaklar dizisine dönüştü :) Adamlar telaş yaptı, ya kavga ederler de bişey olursa biz yetişene kadar diye, üstüne bir de izlerini tamamen kaybettik! Neden telefon yok, ah bir telefon olsa diye söyleniyorlar bir yandan.. Ara sokaklarda bir sağa bir sola son hız dolanıp duruyoruz, yer yarıldı içine girdiler sanki! Böyle son sürat ve heyecan fırtınası içinde atları ve Coşkun'u aradık durduk 15-20 dakika boyunca. Sonunda ana yola çıktık tekrar atları ilk gördüğümüz yere gittik oradakilere çocukları tanıyıp tanımadıklarını sormak için..
Baktık az ileriden Coşkun iki atı da peşine takmış geliyor;)  Adamlar öyle rahatladılar ki bizimkini görünce, ya yenge yanlış anlama da öpücem kocanı diyerek indiler arabadan :)
Biraz koşturmacanın  ardından çocuklar Coşkun'dan kurtulamayacaklarını anlayıp, atları bırakıp kaçmışlar. Böylece bu macera da güzel bir sonla bitti, atlarımızı alıp çadırın yanına döndük akşama doğru.
Kamp alanına geldiğimizde inanılmaz bir kum fırtınası karşıladı bizi. Yanımızdaki çocuklarla beraber çadır uçmasın diye girdik içeri. Hepimiz bir şeyleri tuttuk, çok uzun sürmedi iyi ki. Gezi parkı yıl dönümü için yapacağımız pankartın malzemeleri dışında hiç bir kayıp vermeden atlattık fırtınayı..



Bir gün de dişiyi değiştirebiliriz belki diye Estel'deki hayvan pazarına yürüdük. Cambazların nasıl işgüzar ve üçkağıtçı olduklarını anlamamıza yetti bu uzun yürüyüş. Bir de dönüşte o sıcakta yürümüş olduğumuz kilometrelerin ardından bizim Noyan kardeşlerin vefat eden kardeşleri anısına yaptırdıkları çeşme ile karşılaştık. Nasıl da susamış, nasıl da yanmıştık sıcaktan! Dua almak istiyosanız çeşme yaptırın, yolda olunca anladım, edilen duanın haddi hesabı yok yani öyle diyeyim :)





Biz bu simsarlardan kaçarak kurtulduğumuzu sanmamıza rağmen ne zaman birisi bize yardıma koşsa karşımıza bu düzenbazları çıkarttı. Bir taraftan bize çok güzel rahvan atları ile hava attılar çocuk gibi, bir taraftan da bizimkilerle alay ettiler. İşimizi Midyat'da çözemeyeceğimizi anlamamız için karma elinden gelen her oyunu oynadı ama biz dinlemeyi bilmedik, ya da geç kaldık. Hatta bir gün sabahlamışız bir kaç dost ile, kafalar da güzel, çıktık sabahın köründe köy köy dolanıyoruz at çalıcaz diye :)) Baya dolandık bir kaç ata da yaklaştık ama o da kısmet olmadı, biri asiydi diğerinin de sahibi çıka geldi Coşkun ağzına dizgini takarken :) Ağaçlardan meyve yürütmeye benzemiyor tabi, adam arıza biri çıkmadı da şansımıza öyle yırttık :)
Çadır kurduğumuz yerin karşısındaki otel sahipleri ile de arkadaş olduk. Kamp yaptığımız yere geldiler bir akşam, birlikte ateş yaktık, müzik yaptık, içtik, sohbet ettik.. Hatta bizi otelde ağırladılar o gece. Turabdin Otel sahibi Yusuf ile can arkadaşı Ömer'e dostlukları, bize yaptıkları onca güzellik ve iyiliklerinin yanında unutulmaz hikayeler yaşamamıza vesile oldukları için de ne kadar teşekkür etsek az. Nasıl da tek bir fotoğraf çekmek bile aklımıza gelmedi bilmiyorum :(











Etrafımızda bulunan ve farkında bile olmadığımız otlar bile öyle güzel ki baktığımız, gördüğümüz zaman. Yeter ki içinde bulunduğumuz yalan dünyadan, aslında hiç ihtiyacımız olmayan bir yığın şeyin içinden kafamızı kaldırıp etrafa bakabilelim..
Beynimize kodlanmış, olmazsa olmaz gibi gelen ama arkasında kocaaa bir endüstri ve 'yaratılan' 'sahte' ihtiyaçlarımızla dolu hayatımızı ve onları gidermek için köleleştiğimizi, aptallaştığımızı fark etmekle başlayan sürece ve değişime 'özgürleşme' denir. Evet, bunu yazayım bir yerlere, özgürleşme tanımım budur :)



Taze Nohut




Karıncalarla konuşabilecek zamana sahip olmaktır belki de özgürlük, neden cam parçası taşıdığını sorabilmektir :)
Çekirge!
Etrafımızdaki insanlarla da tanışmaya devam ediyoruz. Bir vesile ile oralarda bulunan ailelere bizimle yola çıkabilecek güçte atlar aradığımızın haberleri gidiyor. Bizi davet edenler, atlarını satmaya çalışanlar, atları ile övünenler sardı başımızı. Bu arada bizim atların sütçü beygiri oldukları da hem boy hem güç olarak ne kadar eksik olduklarını daha iyi anlıyoruz her güzel at gördüğümüzde.

15.000 TL değerindeki rahvan giden at 

Ertesi gün yine hava atıcılardan biri geldi, pazarda gördüğümüz cambaz aracılığıyla buldurduğu bir atı görmeye gidicez. Giderken iki atı da alalım, değiştirmeye kadar verirsek Düldül'de yanımızda olsun ki anlaşabilirler mi anlaşamazlar mı görürüz dedik. Bu vesile olan adam jipiyle geldi, acelesi de var tapu dairesine mi gidecekti neydi unuttum, yani öyle alel acele hazırladık atları. Bunlar arabayla gidecek ama atlar geride kalır yolu bilen biri binmesi lazım atlardan birine. Ben de benim ata siz binmeyin yarası var zaten en hafif benim aranızda ben getireyim onu dedim. Öyle olunca yolu bildiği için bakacağımız atın sahibinin oğlu da Düldül'e bindi, Coşkun arabaya geçti. Bizim harekete alışık atlar günlerdir sabit duruyorlar ya biner binmez uçmaya başladılar, çantalar da yok hafifler tabi :) Özellikle benim kız uçuyor resmen, çocuk arkamda kalıyor her yol ayrımında durup bekliyorum ne tarafa dönücez diye, öyle güzel koştuk ki dört nala, o kadar zevk aldığım bir an yoktu diyebilirim, muhteşem bir duygu, muh-te-şem! 6 kilometreyi 15 dakikada alarak Coşkun'un önünde durduk :)
Gösterdikleri at felaket asi. Yanına kimse yaklaşamıyor, çifte atmaya başlıyor anında! Ya yuh bu kadar mı olur, hiç mi vicdan olmaz ya böyle bir at için mi getirttiniz bizi, özellikle de tek şartımız uysal olmasıyken! Yok çiftleşme dönemi olduğu için böyle, sizin atla çiftleşirler bunu alırsanız o zaman problem olmaz bir daha deyip duruyorlar. Yok mümkün değil ama madem çiftleşme dönemi hazır Düldül burada hayrına bırakalım sevişsin rahatlasınlar dedik:) Bunlar bir iki koklaştı, yok anam Düldül'de beğenmedi atı :)
Neyse kısmet değilmiş dedik ve bindik atlarımıza Coşkun'la geri dönüşe geçerken bir anda gök delindi sanki, şakır şakır bir yağmur başladı. Yol kenarındaki inşaata sığınıp bekledik yarım saat..

 

Yağmur azalınca da çıktık yola, ana caddeden çıkıp koşarak geçtiğimiz ara sokaklara girdik yine. Coşkun heveslenmiş beni öyle uçarken görünce tutturdu koşturalım hadi yarışalım diye. İçimde bir huzursuzluk olmasına rağmen tamam dedim.. Gevşettim dizginleri dehledik hayvanları, onlar da dünden razı zaten ben önde Coşkun arkada başladık yine dörtnala koşmaya. Yerler ıslak tabi, nalların da altı iyice yenmiş durumda artık, eh at da zayıf.. Bir anda kaydı benim at, ayakları yerden kesildi ve yere kapaklandı. Uçmamak için üstünden tutundum sıkıca ve onunla birlikte indim yere. Sol ayağım altında kaldı ve alnım yere çarptı.. İnanılmaz bir acı.. İlk aklımdan geçenler, evet kafam yüzüm parçalandı, beynim mi dağıldı acaba ama kendimdeyim, ölmedim, bayılmadım, o kadar da kötü değil galiba.. Yerde kaldım öylece.. Ben ayağımı çekince altından kalktı ayağa Kınalı, onda bişey yok yine :) Ağzımdan burnumdan kan geliyor ama ayak bileğimdeki acı felaket, oynatamıyorum. Hemen insanlar koştular çevreden ambulans geldi, doğru hastaneye..
Bitlis Nemrut'a tırmanmadan önce kaldığımız Serinbayır köyünde tanıştığımız Hemşirelik yapan arkadaşın söylediği her şeyi bire bir deneyimledik ambulansta ve hastahanede. Herkes çömez, koluma damar yolu açmak için 3 kişi defalarca denedi, en sonunda 4. gelen açabildi.. Bu ülkede 'doğu görevi' diye bir şey olması batıyla doğunun birbirinden ayrı tutulduğu, sürgün yeri olarak görüldüğü ve geçmişten günümüze, şu dakikaya kadar orada yaşayanlara nasıl bir muamele, nasıl bir yaklaşım olduğunun apaçık kanıtıdır.. Neyse şimdi uzatmayayım bu konuyu.
Filmler çekildi, kafa sağlam, ama ayak bileğime geçici bir alçı yaptılar 2 gün sonra ortopediye gidin dediler. Yüzüm gözüm şişmiş, tanınmaz haldeyim.. Coşkun uçak bileti ayarlayalım akşama eve dönelim diyor acil koridorunda.. Ben başladım ağlamaya, hayır, sakın alma bilet, böyle bitemez, böyle dönemeyiz eve, hatta kimseye de haber verme diyorum :)
Yusuf ve Ömer geldi Turabdin otelden, alıp otele götürdüler bizi öylece, 3-4 gün misafir olduk orada.
Birkaç gün önce otelde Aynur adında dünyalar iyisi, yaşamın kıyısında yaşan bir öğretmenle tanışmıştık. Herkes geçmiş olsuna geliyor, arıyor.. Aynur geldi, sonra onun da yardımıyla hastaneye gittik. Bu arada ağrıdan duramıyorum, belli ki bi bok var. Gittik işte çatlak varmış ayak bileğinde, alçıya alındı ve dört hafta kalacak dedi doktor..

 



Aynur'da bana gelin kalın istediğiniz kadar haziran sonuna kadar buradayım ben sonrası için de gerekirse anahtarı bırakırım size diyor hatta.. Böylece Estel tarafına Aynur'un evine taşındık :) Nasıl anlatayım ki bu kızı ve tanıştığımız diğer insanları.. İlaç oldular bize resmen. Ben bebek oldum, Aynur evin babası, Coşkun'da benim bakıcım ve ev işlerinin erbabı oluverdi bir anda :) Her akşam sıkılmadınız mı evde diye bizi sürekli biyerlere götürmeye çalışan, Coşkun'u falcı bacı belleyen Aynur ve Sevilay :) Yaprak sarmasından, lahanaya kadar günlerce kendimizi dolma sarmalara verdiğimiz, bir yandan da manyak gibi pişti oynadığımız Sabır :) Hamam gibi bir çatı katındayız, dışarı çıkmazsak evde içiyoruz, Aynur on numara bu konuda :) Tabi vakit de kızlar da bol, fırsat bu fırsat deyip kına çalışmalarına devam ediyorum.. Alçıyı çıkartacağımız son günlere kadar evde olduğum için bastona gerek duymadık, önceleri Coşkun kucaklayıp taşıyordu her yere, sonra tek ayak seke seke ilerlemeye başladım, çekirge gibi zıplıyorum her yerde :)

















Meraklı komşular sarmış dört bir yanı, olaylar olaylar.. Geldiğimiz ilk gün terörle mücadele ekibi baskın yaptı eve! Sakallı bir adam kucağında bir kadını taşıyor, dağda yaralanmış buraya gelmişler belli ki diye tahminler yürütüp şikayet etmiş çevreden birileri. Bizim atlar çalındığında tanıştığımız polislerden biri de vardı gelenlerin arasında da, tanıdı bizi, uğraştırmadılar pek o yüzden :)
4 haftaya yakın Aynur'da kaldık. Nasıl teşekkür edilebilir ki bu güzel insana? Düşünsenize hiç tanımadığınız iki at hırsızı tipli insan geliyor evinize, biri de bakıma muhtaç hatta.. Günlerce çöküp kalıyorlar ve ceplerinden beş kuruş bile harcatmıyorsunuz. Ben söyleyecek söz, edecek dua, teşekkür bulamıyorum cidden! Allah razı olsun, tuttuğunu altın etsin, ne muradın varsa versin be ;))

Atları da Ziya abinin yanına bırakmıştık kazadan sonra. Yaklaşık 10 gün sonra doğum günümde ziyarete gittik ve ben yıkıldım resmen.. İkisi de öyle zayıflamış öyle zayıflamışlar ki, yandım geberdim baktıkça :( Ziya otladıklarını söylüyor ama nasıl böyle zayıflayabildiler o zaman anlayamadık..

27 olmuşum..
Karma bize bu hayvanları Binat köyünün orada doğaya bırakın demişti. Onu dinlemedik. Şimdi mecburen hem onlardan hem yoldan ayrılmak zorunda kaldık :( Ayağım en geç 2 ay sonra eskisi gibi olacak ama atlar zaten çok iyi durumda değildi, şimdi daha da kötü oldular, bu şekilde yola devam ettirmek işkence olur.. Bari bu aileye, çocuklara faydaları olsun dedik ve Ziya Abi'ye bıraktık atları, madem burada zayıflıyorlar sat bari, çocukların için harca parayıda dedik ve vedalaştık yoldaşlarımızla..
Öyle koydu ki ayrılmak hala içim yanıyor, her aklıma geldiğinde, fotoğraflarına baktığımda ağlıyorum.. Sonradan haber aldık ki Gercüş ilçesinden birine satmış atları, tek dileğim umarım iyi biridir, umarım iyi bakar Kınalı ve Düldül'e, umarım mutlu olurlar..
Yarasından dolayı değiştiricez diye at ararken bile nasıl bırakabilirim ki Kınalı'yı, vermesek kimselere, peşimizden gelir zaten o, üç atımız olur diye hayaller kurarken onlar bizi bırakmadı ama biz onları yarı yolda bıraktık galiba, anlatabilmem mümkün değil bu üzüntüyü, yazamıyorum....

Emine & Coşkun